KARINCA DAĞ’DAN BÜYÜKTÜR!
Aracını ara sokaktaki otoparkın görevlisine teslim ettikten sonra ağır adımlarla ana caddeye çıktı. Her sabah olduğu gibi, otoparkın dış duvarında yan yana sıralanmış ayakkabı boyacılarıyla tek tek selamlaştı. Onları ‘’karınca’’ gibi çalışan emekçiler olarak görür ve derin bir saygı duyardı. Kısa bir süre yürüdükten sonra ayakkabılarının boyasız olduğunu fark ederek geri döndü. Tümünün de müşterisi vardı. Sadece sıranın sonundaki boştu ve ona doğru yöneldi. Yüksekçe tabureye oturup ayağının tekini boya sandığının ayaklığına yerleştirdi. Oturma pozisyonunun etkisiyle boyacıya ‘’yukarıdan’’ bakıyordu! Ancak bu ruh durumunun kendisini nasıl da olumsuz etkileyebileceğinin henüz farkında değildi. Yaktığı sigarasının dumanını keyifle üflerken kendisini düşüncelerinin, hayallerinin akışına bıraktı.
Boyacının oldukça çekingen, saygılı bir ses tonuyla ne iş yaptığını sorması onu daldığı düşüncelerden ayırmıştı. Son bir kaç gündür zihni yoğun olarak Blog yazılarıyla meşguldü. Bu nedenle olmalı, ‘’Yazarım’’ sözlerinin ağzından çıkmasına karşı koyamamıştı. Ayakkabı boyacısının coşkulu kutlamalarıyla hayli keyiflenmişti. Ancak, hemen sonrasında gelen, yanıtını bilemediği veya yanıtlamakta güçlük çektiği sorularla kısa sürede keyfi kaçmıştı. Önce, hangi gazetede yazdığı sorusunu olumsuz yanıtlamak durumunda kaldı. Haftalık dergilerden bir kaçının adı geçen ikinci sorunun yanıtı da yine olumsuzdu. Artık iyice meraklanan boyacının nerede yazdığını sorması üzerine kısaca, Blog Yazarı olduğunu söyledi. Boyacı şimdi de Blog’un ne olduğu soruyordu. Ardı arkası kesilmeyen sorular kendisini iyice sıkıntıya sokmaya başlamıştı.
Teknolojik bilgi birikimi açısından oldukça yetersizdi. Yine de bilgisayardan, internetten söz ederek Blog’un ne olduğunu anlatmaya çalıştı. Boyacı bu kez de Blog Yazarlığından ne kadar para kazandığını merak etmişti. Hiç para kazanmadığını söylemesine boyacı oldukça şaşırmış görünüyordu. Anlamlı bir gülümsemeyle, on dört yaşındaki torununun da her gün saatlerce internet’te arkadaşlarıyla yazıştığını söyledi. Devamında, biraz da alaycı bir ifadeyle, bu durumda torununa da ‘’Blog Yazarı’’ demenin doğru olup olmayacağını sormuştu.
Hayali düşüncelere yoğunlaşmanın etkisiyle söylediği bir sözün bedelini şimdi derin bir mahcubiyet duygusuyla ödüyordu. Boyacı, ayakkabılarını iyice parlatmış ve boyama işini bitirmişti. Neredeyse dirseklerine kadar boyalı ellerini kendisine doğru uzatarak; ‘’İşte, bu ellerimle altı çocuğumu okuttum, ailemi de kimseye muhtaç etmeden geçindirdim bey!’’ diyordu büyük bir alçakgönüllülükle. Her nedense boyacıyla göz temasından kaçınarak borcunu ödemiş ve oradan kaçarcasına, hızla uzaklaşmıştı.
Otoparktan ofisine kadar olan yolu yürürken karışık duygu ve düşünceler içerisindeydi. Yanıtını bilmediği onlarca soru aralıksız, bir biri peşi sıra zihnine üşüşüyordu. Yanıtını bildiği ama yüzleşmekten korktuğu soruları ise hızla aklından uzaklaştırıyordu.
Ayakkabı boyacılarının tabureleri, yapılan işe uygun olarak hep yüksek olurdu. Bu da kaçınılmaz olarak müşteriyi boyacıya ‘’yukarıdan bakmak’’ zorunda bırakıyordu. Bilinç dışı süreçlerin devreye girmesiyle de yukarıdan bakılanı ‘’küçük görmek’’ gibi bir zihinsel yozlaşma mı yaşamıştı? Eğer öyleyse, bu tür bir yozlaşmaya bağlı olarak ayakkabılarıyla birlikte egosunun da mı cilalanıp parlatılmasını istemişti? Ya da Nevrotik bir belirti olduğunu düşündüğü gurur duygusuna mı kapılmıştı? Bu yöndeki acı verici düşüncelerden bir an önce kurtulmaya çalışıyor ancak başaramıyordu. Zihni son derece yorgundu. Kendisini biraz toparlamaya ihtiyacı olduğunun fark ediyor ama bunu nasıl gerçekleştirebileceğini bilemiyordu.
Ofisine ulaştığında, kitaplığından rastgele bir kitap seçti. Kitap, Danimarkalı şair Hulda Lütken’e ait bir şiir kitabıydı. Gözlerini kapatarak açtığı sayfada ‘’Karınca ve Dağ” başlıklı şiir yer alıyordu. Çok şaşırmıştı. Bunun ‘’Kozmik bir şaka’’ olduğunu düşünmeden edemedi.
“Siz; Çok yüce bir dağ, Ben; minnacık bir karınca! Ne var ki kimseler engelleyemedi bugüne kadar dağlara tırmanmasını karıncaların. Evet değişmez hiçbir şey. Dağ dağdır her zaman, karınca da karıncadır. Ama Sayın Üstat! Ben sizin doruğunuza eriştiğimde “bir karınca boyu” da olsa daha büyük sayılmaz mıyım sizden.’’
Telefonu çalıyordu. Şiir kitabını masanın üzerine bıraktı ve isteksizce telefonu açtı. Kızı neşe dolu sesiyle Blog’daki ilk yazısını kaç kişinin okuduğunu bilip bilmediğini soruyordu. Yanıt beklemeden de iyi bir yazı olduğunu belirterek, yazısının okunma sayısını söylemişti. Babasını kutlayarak bu konudaki yorumunu sormuştu. O ise oldukça keyifsiz bir sesle sadece, ‘’Desene, iyi toz kaldırmışım!’’ diyebilmişti. Kızı, bu sözlerden bir şey anlayamadığını ve açıklama beklediğini söylüyordu. Kızının beklentisini; ‘’Şu anlatacağım fıkra hiç hesapta olmayan Blog Yazarlığım konusundaki yorumumu, düşüncemi sanırım yeterince açıklar.’’ sözleriyle karşılamıştı.
‘’Bir köylü, tarlasından topladığı samanları at arabasıyla köyüne taşımaktadır. Yaz sıcağında ağır yük taşıyan atlar bir süre sonra ter içinde kalırlar. Sürücü, yorgun atlarını biraz dinlendirmek amacıyla yol üzerindeki ağaçlardan birinin gölgesine yanaşır. O ara, irice bir kır sineği arabanın arkasından sarkan saman çöplerinden birine konar. Atların yeterince dinlendiğini düşünen sürücü arabasını hareket ettirirken arkadaki sinek de eş zamanlı olarak keyifle kanatlarını çırpar. Güçlü atların çektiği yüklü arabanın hareket etmesiyle, tarlalar arasındaki toprak yolun tozu havaya saçılır. Ön tarafta, yani görüş alanının dışında neler olup bittiğinin bilincinde olamayan sinek, geride kalan yoldaki toz bulutuna şaşkınlıkla bakar ve; ‘Amma toz kaldırdım ha!’ diye gururlanır!’’