Zihninde geliştirdiği katı bir inanç sonucu, çoğu zaman kendini yetersiz olmakla suçlardı. Üstelik bu suçluluk duygusunu besleyip derinleştiren pek çok neden ve açıklama bulmakta da ustalaşmıştı. Bunlardan özellikle bir tanesiyle başa çıkmakta güçlük yaşardı. Bu da çocukluğundan bu yana yakın çevresindekilerin onunla ilgili birbirine tamamen karşıt görüşler öne sürmeleriydi.
Tanıdıklarından çok azı onun zeki ve hatta aklı başında biri olduğunu düşünüyorken geri kalan çoğunluk ise oldukça saf ve beceriksiz olduğu görüşünde ısrarcıydılar. Hakkındaki bu türden çelişkili nitelemeler onda duygusal karmaşa yanında zihinsel karışıklık da yaratıyordu. Bunun sonucunda, kaçınılmaz olarak kendi değerleri ve duyguları konusunda derin kuşkular yaşıyordu.
Kırklı yaşlarını sürdürdüğü, artık olgun bir birey olması gereken bir süreçteydi. Ancak o, her yalnız kalışında geçmişteki acı ve üzüntü veren olumsuz anılarına yönelik düşüncelere dalıp gidiyordu. Sıkça ilkokul son sınıfta öğrenci olduğu günlerin üzücü bir anısını anımsardı. Dört veya beş yaşlarındaki çocukların ebeveynlerine sorduklarına benzer sorularla evdekileri usandırmıştı. Yine böyle bir günde, akşama gelmesi beklenen konuklara mutfakta yemek yetiştirmekle meşgul annesini soru yağmuruna tutmuştu. Sabrı taşan annesinin; ‘’Oğlum, senin aklın yok mu! Böyle aptalca sorular sormaktan ne zaman vaz geçeceksin?’’ demesini hiç unutamıyordu. Çok incinmişti. Bir daha hiç kimseye hiç bir soru sormamaya karar vermiş ve zamanının çoğunu kitap okumaya ayırmıştı. Çünkü zihnindeki sorulara ancak okuyarak yanıt bulabileceğine inanıyordu. Ancak umduğunu bulamamıştı. Okudukça zihnindeki sorular daha çoğalıyor, daha çok derinleşiyordu.
Zaman hızla akıp geçmiş ve artık bir lise örencisi olmuştu. Kitap okuyan bir öğrenci olduğu için de zihnindeki sorular daha içerikli hale gelmişti. Şimdi sorularının hedefi artık kendisini tersleyen annesi değil; öğretmenleriydi. Coğrafya dersinde hocaları bir soru sormuş ve yanıtını bilen ayağa kalksın demişti. Ayağa kalkan olmamıştı. Sorunun yanıtını o da bilmiyordu ama her nasılsa aniden parmak kaldırmıştı. Hoca; ‘’Söyle bakalım.’’ deyince o, sorulan sorunun yanıtı yerine zihnini meşgul eden ve yanıtını bulamadığı soruyu sormuştu. ‘’Radyoaktif serpintilerin rüzgârın etkisiyle dağılımı ve sonuçları nedir?’’ sorusuna sınıf arkadaşlarının gülüşmeleri onu oldukça mahcup etmişti. Coğrafya hocasının; ‘’Bu soru benim branşımla ilgili değil. Sen en iyisi bunu bir de kimya hocana sor.’’ demesiyle biraz rahatlamıştı. Ne yazık ki bu rahatlama uzun sürmemişti. Çünkü Coğrafya hocası sözüne devamla;
‘’Oğlum, sen hiç normal değilsin! Ya çok zeki birisin ya da…..’’ demiş ve sözünün devamını getirmemişti. Ne var ki, o sözün devamının ne olabileceği sınıf arkadaşlarının kahkahalarından açıkça anlaşılıyordu.
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına karşın en küçük bir zekâ pırıltısı sergileme becerisi gösterememişti. Geriye diğer seçenek kalıyordu ama bunu kabullenmeye gönlü elvermiyordu.
Her nasılsa bir gün, aniden fikir değiştirerek aklını beğenen biri olup çıkmıştı! Aslına bakılırsa o günün her hangi bir özelliği yoktu. Şansının döndüğüne inandığı o günü diğerlerinden farklı kılan evin temizlik günü olmasıydı. Yıllardır, haftada bir gün gelerek evlerinin temizlik işlerine yardımcı olan Hasime Hanım, nemli bir bezle salon penceresinin camlarını isteksizce siliyordu. Eşi de kuru bir bezle gözden kaçan küçük ayrıntıları temizlemeye çalışıyordu. Hasime Hanım, camları sildiği bezi ani bir hareketle yanındaki su dolu kovaya bırakarak derin bir nefes aldı. Evin hanımına dönerek, temizlik için ödenen ücretin yeterli olduğunu ama kocası için ek temizlik ücreti istediğini dile getirdi. Gerekçe olarak da önce, kocasının kitaplığındaki yüzlerce kitabın tozunu almanın kendisi için çok zahmetli ve zaman kaybına yol açan bir iş olduğunu söyledi. Sonrasında ise yine evin beyinin ‘’çok okuyan, akıllı biri’’ olduğunu, bu nedenle de çok düşündüğünü ekledi.
O düşündükçe akıllarının- fikirlerinin uçuşarak perdelere, halıya, oraya buraya saçılıp yapıştığını söyledi.
Kadın, bunu söyledikten sonra, gülmemek için olmalı, konuşmasına kısa bir ara vermişti. Konuşmasının devamında, sağa-sola yapışan akılları- fikirleri temizlemenin ne kadar zor olduğu konusunda kendisine hak verilmesini istiyordu. Bu nedenle temizlik ücretinin arttırılmasını; eğer kabul edilmezse başka bir yardımcı bulmaları gerektiğini söyleyerek sözlerine son vermişti.
Duyduklarına oldukça şaşırmış olsa da gururunun son derece okşandığını hissetti. Kontrol edemediği bir merak ve heyecanla; ‘’etrafa saçılan aklından, fikrinden’’ bir kanıt görebilmek umuduyla halıya ve perdelere hızlıca bir göz attı. Ancak hiçbir şey göremedi.
Temizlikçi Kadın, ücret artışı konusunu dile getirmenin rahatlığı içindeydi. Eşi temizlikçi kadına kızgın, kocasına ise hayli öfkeliydi. Kısa süreli bu sessizlik sırasında, eşinin öfkeli bakışlarının üzerinde olduğunu fark etti birden. Böyle anlarda göz temasının ne denli sakıncalı olabileceğini, geçmişteki tatsız deneyimlerinden bildiği için oldukça kaygılandı. Gözlerini yavaşça eşinin öfkeli bakışlarından kurtararak döşemedeki halıya çevirdi. Halının desenlerinden birine odaklanıp Meditasyon pozisyonundaki bir Budist gibi sessizce beklemeye başladı.
Eşi, kocasının öyle etrafa saçılıp yayılacak ölçüde akıllara- fikirlere sahip olmadığından son derece emindi. Ancak temizlikçi kadının böyle tuhaf bir kurnazlığa başvurmasına kızgındı. Ama yeni ve güvenilir bir yardımcı bulmanın güçlüklerini göz önüne alarak isteksizce pazarlık yapmak zorunda kaldı. Ne kadar artış istediği sorusunu Hasime Hanım, temizlik ücretinin iki katına çıkarılması gerektiğini söyleyerek yanıtladı.
O ise içinden; ‘’Keşke daha fazla isteseydi.’’ diye geçirdi. Eşi başıyla kocasını işaret ederek; onun aklının- fikrinin o kadar etmeyeceğini söyledi. Çok incinmişti ama pazarlık ortamının yarattığı gerginliği daha fazla tırmandırmamak düşüncesiyle hiç ses çıkarmadı.
Kimi zaman karşılıklı olarak ses tonlarının yükseldiği pazarlığın sonlarına doğru eşi ücretin yarısı kadar artış önerdi. Temizlikçi kadın, evin hanımının eşi için ”Onun aklı- fikri o kadar etmez.” görüşüne katılmış olmalı ki çok uzatmadan teklifi kabul etti.
Her iki tarafın da bu pazarlıktaki anlaşmayı‘’kabulü’’ ona göre, akıllı biri olduğunun para birimi ölçüsüyle ‘’onaylanması’’ anlamına geliyordu. Yaşadığı tarifsiz sevinç ve heyecan nedeniyle damarlarında artık kan yerine serotonin ve adrenalin hormonu kokteyli dolaşıyordu. Geçmişte, böyle durumlarda kontrolsüz davranışlar sergileyerek taşkınlıklar yaptığı çok olmuştu. Zor da olsa sevincini belli etmemeliydi. Öyle de yaptı. Sadece kalbinin derinliklerinden sessiz ve içtenlikli bir teşekkür gönderdi Hasime Hanıma. Yıllar boyunca hiç beğenmediği aklına parasal bir değer biçilmesinin ‘’bir süreliğine’’ de olsa özgüvenini yükselttiğine inanıyordu. Yitirdiği özsaygısını da ‘’geçici olarak’’ yeniden kazandığını düşünüyordu.
Aslında hissettiği bu duygu durumu, ‘’Beğenilme duygusunun’’ doyuma ulaşmış olmasından başka bir şey değildi. Çünkü her insan doğuştan, sevme ve sevilme yanında beğenme ve beğenilme duygularına doyum arayışına sahiptir. Tüm yaşamı boyunca da bilinçli veya bilinç dışı süreçlerle bu duyguların doyuma ulaşması yönünde çaba harcar.
Özgüven duygusu ise doğuştan sahip olunan bir duygu değil; sonradan kazanılan veya yitirilen bir duygu durumudur. Erik ERİKSON’un tespitine göre 0-2 yaş aralığında onaylanan, sevilen ve beğenilen her bebekte ‘’Temel Güven Duygusu’’ gelişir. Daha sonraki gelişim süreçlerinde ise bu duygu aile ve sosyal çevre uygunsa ‘’Özgüven Duygusuna’’ dönüşebiliyordu.
Alfred ADLER’e göre Özgüven; Bireyin niteliklerinin, yeteneklerinin ve becerilerinin farkındalığı yanında bunların sınırlı olduğunun da bilincinde olması halidir. Bu tanımlamalara uygun kişilik yapısına sahip özgüveni yüksek bir bireyin, beğenilmediği ortam veya durumlarda asla özgüvenini yitirmeyeceğini öngörülebilir.
Aslında o, geçerli bir mesleğin eğitimini almış olması yanında kişisel çabasıyla da kendini geliştirmiş biriydi. İçinde yaşadığı toplumun değer yargılarına saygı duyuyor ve uyum sağlayabiliyordu. Öte yandan, onu başkalarından farklı kılan nitelik ve yeteneklere sahip olduğunun da farkındaydı. Bu açıdan bakılınca, sahip olduğu nitelikleri, yetenekleri ve becerileri nedeniyle özgüveni yüksek bir birey olması gerekiyordu. Ne var ki, referans alabileceği bilimsel bir özgüven tanımına sahip olamadığı için tüm yaşamı boyunca özgüven duygusunu beğenilme duygusuna doyum arayışı ile karıştırmıştı. Bunun nedeni ise beğenilme konusunda tarifsiz bir açlık içinde bulunmasıydı. Sonuçta, tüm yaşam anlayışını ‘’Beğenilme’’ arzusu üzerine kurgulamıştı. Hatalı algılamaya bağlı gelişen olumsuz inancı nedeniyle her beğenilmediğini hissettiğinde özgüveninin de zayıf olduğunu sanıyordu.