HAYATIN ANLAMI
Hiç aksatmadığı iş görüşmelerinden biri için daha yola çıkmıştı. Yoğun trafik olmayan otoyolda yaklaşık dört saattir hiç mola vermeden araba kullanıyordu. Bir yandan da Anadolunun eşsiz manzarasının keyfini çıkarıyordu. Zaman ilerledikçe, yol yorgunluğu kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık akıp giden etkileyici görüntüleri algılayamıyordu. Yapabildiği tek şey otomatik hareketlerle arabayı kullanmak ve aralıksız düşünmekti.
Daha çok, ‘’hayatın anlamı’’ ve ‘’beklentilerinin’’ neden karşılanmadığı yönündeki sorulara bir yanıt arıyordu. Hayatın anlamını genellikle iç veya dış etkenlerin olumlu ya da olumsuz oluşuna göre yorumluyordu. Yorumları olaylara göre değiştiği için de birden fazla tanım ortaya çıkıyordu. Bu da kavram karışıklığı yaratarak zihinsel karmaşaya yol açıyordu. Zihninde aralıksız olarak; ‘’Her kesin hayatı ne kadar anlamlı! Oysa ben, müşterilerimi rakiplerime kaptırmamak ve yeni müşteriler bulabilmek için hayatımı yollarda geçiriyorum. Hayatın anlamı bu mu?’’ sorusu geçiyordu. Yanıt bulamadığı bu soru giderek hayatın onun yaşamına anlam katacak fırsatlar yaratmadığı inancına dönüşüyor ve buna içerliyor, öfkeleniyordu.
Avusturyalı Nöropsikiyatr Viktor Emil Frankl; ‘’HAYAT ASLINDA ANLAMSIZDIR. İnsanın temel motivasyonu hayata mümkün olduğunca anlam katabilmektir. Bu yolla birey, yaratılışındaki saklı değerleri yaşama geçirerek kendini gerçekleştirme fırsatı yakalar. Ancak bu, bireyin kendini aşabilme becerisi sonucu gerçekleşir.’’ tespitini yapar.
Macar bilim adamı Dr. Hans Selye de hayatın anlamsız olduğu yönündeki düşüncenin yarattığı stresle başa çıkmak için zevk alınabilecek keyifli uğraşılarla zihni sürekli meşgul etmeyi, üretken olmayı ve HAYATA ANLAM KATMA becerisi geliştirmeyi önerir.
Hayata anlam katmak ancak dünya sahnesinde, yaşam okulunun kitabı olan doğayı ve doğanın küçük bir modeli olan insanın kendi iç dünyasını keşfetmesiyle gerçekleşir. Doğa, farklı zamanlarda ve mekânlarda muhteşem estetiğini ve etkileyici güzelliğini cömertçe sergiler. Güzellik kavramı gizemli etkiler yaratarak ANLAM konusundaki gerçeğin perdesini aralar. Görünenin arkasında saklı GERÇEĞİ keşfedebilen insan, kendisini önemsiz ve değersiz bir varlık olarak görme yanılgısından kurtulur. Bunun sonucunda, sahip olduğu muhteşem birikimine ulaşmasını engelleyen tek etkenin yine kendi zihnine koyduğu ambargolar olduğunu anlar. Bu anlayış düzeyine ulaşmakla zihin hatalı algı kalıplarından arınır. Bunun sonucunda ‘’insan’’ sadece var oluşundan kaynaklanan değerinin ve öneminin bilincine varır. İşte o an ‘’insan’’ olmanın anlamı tüm açıklığıyla gözler önüne serilir. Aslında insandır hayatın gerçek anlamı. İnsanın varlığıdır hayata anlam katan.
Tam da bu nedenle, Sufi der ki;
‘’Derdinin nedeni sensin, fakat sen göremiyorsun; Derdinin dermanı da sende, ama sen bilmiyorsun. Kendini küçücük bir bedenle sınırlı sanıyorsun;
Oysa koskoca evren senin içinde gizli.
Öyle güçlü ve açık bir kitapsın ki;
Var oluşun sırları seninle meydana çıkmakta.
Dışarıdaki birine ihtiyacın yok;
Her bilgi gönlünde yazılı senin!’’
Kimi zaman da beklentilerinin karşılanmamış olmasının yarattığı hayal kırıklıkları iç dünyasında karşı koyamadığı isyanlara dönüşüyordu. ‘’Tatil bile yapmadan, hiç dinlenmeden aralıksız çalışıyorum. Çünkü meydanı rakiplerime bırakmamak için daha çok para kazanmalı ve daha başarılı olmalıyım. Çünkü rekabet sadece iş alanında değil, sürüp giden yaşam biçimi için de söz konusuydu. Pahalı marka giysiler giymek, daha üst model bir arabaya sahip olmak ve daha büyük bahçesi olan bir villada yaşamak. Tüm bunlar bir süreliğine hayatıma anlam katıyor gibi görünüyordu. Ama bir süre sonra giysilerin modası geçiyor, arabanın daha üst modeli piyasaya çıkıyor ve villanın sıvaları dökülüp eskiyordu. Başlarda anlamlıymış gibi gözüken her kazanım çok geçmeden hızla anlamını yitiriyordu. Ben yine her şeye yeniden başlamak zorunda kalıyorum. Sonuçta hiç bir beklentim karşılanmamış oluyordu.’’
ALFRED ADLER, insanın beklenti çabalarının temel nedenini şöyle açıklar; ‘’Tüm insanlar zayıf, hassas, ve yetersiz bir bedenle dünyaya gelir. Bu da kişide ‘’aşağılık kompleksi’’ gelişmesine yol açar. Bunun sonucunda insan, başa çıkılması oldukça güç olan bu aşağılık duygusunun üstesinden gelmek için olağanüstü çaba harcamak zorunda kalır. Bu çabanın arkasında iki itici güç yatar. İlki KİŞİSEL KAZANÇ arzusuyla ÜSTÜNLÜK elde etme beklentisidir. İkincisi ise hırsa dayalı acımasız rekabetin sağlayacağı KİŞİSEL BAŞARI beklentisidir. Bu yöndeki çabalar bireyselden toplumsala yönelmedikçe kalıcı ve sürekli olamaz. Bu nedenle de bu tür beklentiler sağlıklı değildir. Çünkü rekabetçiliğin körüklediği ‘’başarı hırsı’’ insanın kapasitesini aşacak ölçüde zihinsel ve bedensel enerji harcamasına yol açar. Bu da ilerleyen süreçte psikolojik ve psikolojik kökenli bedensel sorunlara zemin hazırlar.’’
Tam da bu nedenle uyku bozukluğu, kalp çarpıntıları, sindirim sistemi sorunları yanında bel ve sırt ağrıları yaşıyordu. Uzun süredir ara vermeden araba kullandığı için belindeki ağrı şiddetlenmişti. Buna bağlı olarak bacaklarına giren kramp nedeniyle fren ve gaz pedallarını kullanmakta güçlük çekiyordu. Kısa bir süre mola verip dinlenebileceği bir yer aramaya koyuldu.
Sessizliğin huzuru içindeki bir ovanın ortasından geçmekte olduğunu ancak o an fark edebildi. Otoyolun her iki yanındaki buğday tarlaları, ılık ve hafif esintili Ağustos rüzgarlarıyla yeşil bir deniz gibi dalgalanıyordu. Otuz metre kadar ileride, yol kenarındaki söğüt ağacının yanında durdu. Salkım söğüt, yerlere kadar sarkan küçük yeşil yapraklarla bezeli ince dallarıyla çimenleri oldukça davetkar bir şekilde okşuyordu. Ağacın gölgelediği serin çimenlerin üzerine uzandı usulca. Yanı başındaki çeşmenin musluğundan aralıksız akan suyun şırıltılarına çekirgelerin seslenişleri katılıyordu kimi zaman. Kulaklarını yalayıp geçen ılık rüzgârın hafif ıslığı yüreğini ferahlatıyordu. Doğa tüm şefkatiyle bir anda sarıp sarmalamıştı yorgun bedenini. Uykuyla uyanıklık arası bir haldeydi. Tüm bedeni bir anda rahatlamıştı. Ancak zihnini yoran düşüncelerden kurtulamıyordu. Kendisinden, aile bireylerinden, çevresindekilerden ve hayattan beklentileri aklından geçiyordu istemsizce. Hayatın kendisine hiç de cömert davranmadığını, hiçbir beklentisinin karşılamadığını düşünerek öfkelendi.
Aslında pek çok insanın yaşadığı hayal kırıklıkları bu tür ‘’beklentilerden’’ kaynaklanıyordu. Abraham Maslow;‘’Gelecek belirsizdir ve insan ilişkileri öngörülemezdir.’’ sözleriyle, beklenti içine girmenin gerçeklerle bağdaşmadığını anlaşılır bir dille vurgular. Çünkü ’Beklenti’ esnekliği olmayan, içinde ‘mutlaka olmalı’ anlayışını da içeren bir kavram. Sıradan, basit gibi gözüken bir beklentinin, karşı taraf için karşılanması güç ‘’yüksek beklenti’’ olabileceği öngörülemezdir. Bu yönüyle her beklenti süreç içerisinde insan ilişkilerinde sevgiyi, ilgiyi ve saygıyı zedeleyerek her iki tarafı da yıpratır. Hayattan yüksek beklentiler ise yaşamı güçleştirerek hayal kırıklıklarına yol açıyordu.
Nobel ödüllü yazar Nikos Kazancakis’in, mezar taşına
‘’BEKLENTİM YOK. KORKMUYORUM. ÖZGÜRÜM!’’ sözlerini yazdırmayı uygun görmesi oldukça düşündürücüdür. Çünkü her beklenti bilinçdışında o beklentinin gerçekleşmeme olasılığının yarattığı KAYGIYI ve KORKUYU da beraberinde getirir. Korku ve kaygı duygusu insan zihnini ele geçirerek özgürce düşünmesini engeller. Karşılanması güç ‘’yüksek beklentiler’’ içinde olmak yerine ‘’Umut etmenin’’ çok daha sağlıklı bir yaklaşım olduğu açıktır. Çünkü ‘’umut’’ kesinlik içermez, esnektir. Bu nedenle de hayal kırıklığı yaratmaz.
Uyuyakalmıştı. Otoyolda karşılaşan aynı firmanın yolcu otobüsü şoförleri birbirlerini selamlamak amacıyla korna çalıyorlardı. Korna sesiyle irkilerek uyandı. Kontak anahtarını hırsla çevirirken rakiplerini düşünüyordu. Onları piyasadan silmekten başka bir isteği yok gibiydi. Bu istek o denli güçlüydü ki limitin üzerinde bir hızla araba kullanırken ne geride bıraktığı eşi ve çocukları ne de işi bir an bile aklına gelmiyordu.