MUTLULUĞA ULAŞMANIN YOLU
O hep MUTSUZDU. O kadar ki; eğer bir ressam mutsuzluğun tablosunu yapmayı düşünse, onun yüz ifadesinden daha uygun bir model bulamazdı. Sürekli olarak çatık kaşlarıyla, çenesine doğru uzanan dudak kıvrımları tam bir uyum içindeydi. Göz kapakları günün her saatinde, uykudan yeni uyanmışçasına yarı aralıktı. Ayda bir veya iki kez tıraş oluyor, saçlarını taramıyordu. Kimi zaman güçlükle tebessüm etse de güldüğünü gören olmamıştı. ‘’Nasılsın?’’ sorusu genellikle ‘’Teşekkür ederim, iyiyim. Sen nasılsın?’’ veya ‘’Bu gün biraz rahatsızım.’’ şeklinde yanıtlanır. Ona nasıl olduğu sorulduğunda asla değişmeyen yanıtı ‘’Mutsuzum!’’ oluyordu. Bu nedenle yakın çevresi ona nasıl olduğunu sormaktan özenle kaçınır olmuştu. Bu da onu iyice yalnızlığa itiyor ve daha çok mutsuz hissetmesine yol açıyordu.
Aslında ciddi bir sağlık sorunu yoktu ve fiziksel olarak da atletik bir yapıya da sahipti. Hatta eşi ve çocuklarıyla birlikte beğenilen bir aile yapısına sahip olduğu bile söylenebilirdi. Geçimini sağlayabileceği geçerli bir mesleği vardı. Küçük bir çabayla aşılabilecek günlük sıkıntılar dışında başa çıkılması güç sorunları yoktu. Ama o, hep mutsuzdu!
Psikoloji alanındaki bilim insanları her sağlıklı bireyde otuzdan fazla olumlu ve olumsuz duygu tespit ettikleri bilinir. Bu duygular iç ve dış uyaranlar sonucu harekete geçerler. Ancak doğaları gereği bunların hiç biri kalıcı ve sürekli olamıyordu. Sadece bir tek duygu durumu kalıcı ve sürekli olabiliyordu. O da MUTLULUK duygusuydu.
Çok sık olmasa da keyif aldığı hatta bazen neşelendiği bile görülürdü. Sevilince, keyiflenince, memnuniyet duyunca, sevinince veya neşelenince bu duygu durumlarını hep mutluluk sanıyordu. Bu tür farklı duyguları ‘’Mutluluk’’ olarak adlandırınca da mutluluk kavramının içini boşalttığını ve anlamsız hale getirdiğini fark edemiyordu. Sonuçta tanımını bile bilemediği bir duyguyu arzulamakla aslında ne istediğini bilemeyen biri olup çıkmıştı. Böylesi anlarda yaşadığı can sıkıntısı ve huzursuzluk, yeniden mutsuz hissetmesine yol açan bir kısır döngü oluşturuyordu.
Pazarlama sektörü, bireylerin duygusal açlıklarına doyum arayışı içinde oldukları böyle anları kazanca çevirme konusunda yeterince uzmanlaşmıştı. Reklamlara büyük paralar harcayarak yazılı ve görsel basını ‘kitlesel hipnoz’ aracı olarak kullanır. Böylece, ’Mutluluğa’ erişmenin ancak bir şeylere sahip olunarak gerçekleşebileceği algısı oluşturur. Zihin karışıklığı içerisinde bocalayan insanın, ancak bu yolla mutluluğa ulaşabileceğine inandırılır. Bu görüş giderek bireyin neredeyse var oluşunun tek amacı haline getirilir. Elbette o da hemen her yıl arabasını satıp daha üst bir model araç sahibi oluyordu. Sıfır kilometre aracıyla Oto galerisinden çıkıp evinin önüne gelinceye kadar oldukça keyifli, neşeli ve sevinçli oluyor ve bu geçici duyguları mutluluk sanıyordu. Ama bu tür kazanımların yarattığı olumlu duygular bir kaç saat içinde son bularak yerini sahip olduklarını yitireceği korkusuna bırakıyordu. Bu da kaygı yaratarak yine mutsuz olduğu ve bu gidişle asla mutlu olamayacağı yönünde katı bir inanç geliştirmesine yol açıyordu.
Mutsuz geçen bir günün sonunda, her akşam aynı saatte yaptığı gibi otomatik hareketlere duvar takviminden bir yaprak daha kopardı. Takvim yaprağında yıl, ay ve gün yazılarının altında çizgiyle ayrılan bölüme yazılan özlü sözler hep ilgisini çekerdi. O bölümde, her gün değişen ‘’Günün sözü’’ başlığı altında şunlar yazıyordu;
‘’Mutlu olmak için kendimizi arzularımızdan kurtarmamız gerekir. Doğru yaşamanın yolu hiçbir şeyin önemli olmadığının farkına varmaktır.’’ PYRRHON.
Hemen altında da;
‘’Zenginlik, güç ve saygınlık gelip geçicidir. Mutluluk böyle kırılgan temellere oturtulmamalıdır. Gerçek mutluluk daha sağlam bir şeyden, kaybedilemeyecek olandan gelir.’’ BOETHİUS.
Daha önce hiç duymadığı ve okurken zorlandığı bu isimlerin sözlerini ilgisizce okudu. Hiçbir şey anlamamıştı. Takvim yaprağını avcunda buruşturup sıkıntıyla çöp kutusuna attı. Bir süre sonra nedenini anlayamadığı bir dürtüyle çöp kutusunun kapağını açarak takvim yaprağını aldı. Yeniden ve bu kez düşünerek okumaya başladı. Yine çok fazla bir şey anlamamıştı. Ama en azından, çok istediği MUTLULUK sözcüğünün ANLAMINI bilmediğini öğrenmişti. Yıllardır anlamını bile bilemediği bir duygunun peşinde koşmuş olmasını yadırgadı. O an, mutluluk sözcüğünün anlamını araştırması gerektiğine karar verdi.
Türk Dil Kurumu Sözlüğünde MUTLULUK; ‘’Bütün özlemlerin EKSİKSİZ ve SÜREKLİ olarak yerine gelmesinden duyulan kıvanç.’’ şeklinde tanımlanıyordu. Bütün özlemlerin ‘’eksiksiz’’ ve üstelik ‘’sürekli olarak’’ yerine gelmesinin ancak masallarda gerçekleştiğini düşünerek gülümsedi. Böyle bir şeyin olanaksızlığı ortadaydı. Çünkü bireyin arzularının sınırsızlığı yanında kaynakların sınırlı oluşu buna izin vermezdi. Bu aşamadan sonra mutluluğun, aslında felsefenin temel konularından biri olduğu sonucuna varmıştı. Konuyu biraz daha derinleştirme ihtiyacı hissetti.
Sinoplu DİYOJEN; İnsanın özyeterliliğinin ona özgürlük ve mutluluk sağlayacağı görüşünü savunur. Duygusal ve psikolojik sorunları en aza indirmek için kişinin mülk, aile bağları ve sosyal değerleri terk etmesi gerektiğini belirtir. Gerçek değerlerin aile, arkadaşlar veya maddi birikim değil; insanın kendine yetmesi ve kendini yönetmesi olduğunu söyler.
ARİTOTELES ise; ‘’Mutluluk sanılan haz, eğlence ve hoşça vakit geçirme sürekli değildir çünkü bunlar kişiliğin dışından kaynaklanır. GERÇEK, KALICI ve SÜREKLİ bir duygu olan MUTLULUĞA her biri de birer erdem olan bilgelik, ılımlılık, cesaret ve adaletle ulaşılabilir. Gerçek mutluluk kısa süreli bir haz değildir. Yaşamdan alınan hazzı arttırmanın yollarını aramak yerine daha iyi bir insan olmaya ve doğru şeyleri yapmaya çalışılmalıdır.’’ tespitini yapar.
Mutluluk konusundaki düşünceleri biraz daha netleşmeye başlamıştı. Ancak mutluluğa ulaşabilmenin yolu neydi? Bazı filozoflar, mutluluğa ancak İnanç Sistemi yardımıyla ulaşılabileceğini işaret ediyorlardı.
İngiliz Filozof Alan WATTS; ‘’Psikolojik iyileşme, arzularımız ile kader arasındaki çaresiz yalnızlığımızdan kurtulmakla gerçekleşir. Ancak bu kurtuluş Modern Psikolojinin tek başına sağlayabileceği bir şey değildir. Çünkü Psikoloji bilimi ve uygulanan terapi teknikleri yetersizdir. Bu nedenle Psikolojik terapi İnanç Sistemiyle desteklenmedikçe tam bir iyileşme sağlanamaz.’’ der.
ABD’li Psikolog Ken Wilber ise; ‘’Samimi bir din ile gerçek bir bilim arasında çatışma olmaz. Eğer bir çatışma varsa; ya uydurma bir dine inanıyoruz ya da sahte bir bilimle uğraşıyoruz demektir.’’ görüşünü öne sürer.
Sufizm, mutluluğa ulaşmak için sahip olunan her şeyin terk edilmesini öneriyordu. Bir şeye sahip olmak bir süre haz veriyor olabilirdi ancak bu durum kalıcı ve sürekli olamıyordu. Çünkü ulaşılan her amaç, sahip olunan her nesne bilinçte olumlu duygular yaşatırken bilinç dışında onu yitirme kaygısını da beraberinde getiriyordu. Her şeyin terk edilmesinden sonraki aşamada ise yeniden bir şeylere sahip olma arzusu yaşanmamalıydı.
Anadolu bilgesi Yunus Emre’nin ‘’Bir lokma, bir hırka.’’ sözüyle anlatmaya çalıştığının tam da bu olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Bu zorlu süreci başarıyla aşabilen bireyin yaşama ve olaylara bakış açısının tamamen değişeceğini bilmek artık hiç de güç değildi. ‘’Şimdi ve burada’’ bilincini gölgelemekten başka bir işlevi olmayan geçmişin üzüntü verici yaşantılarının anısı anlamını yitirirdi. Öte yandan, kesin olarak bilinemeyen bir geleceğe ait beklentilerin yarattığı kaygı da anlamsızlaşıyordu. Bunun sonucunda, mutluluğun ‘’an’da’’ değil; sadece ‘’hal’de’’ yaşama bilinciyle mümkün olduğu gerçeği ortaya çıkıyordu. Çünkü ‘’An’’ ölçülemeyecek kadar kısa zaman birimiydi. ‘’Hal’’ ise, içinde bulunulan koşulların taşıdığı niteliklerin tümü yani zamanı, mekânı ve benlik bilincini kapsayan bir süreç olarak açıklanıyordu. Bu haliyle mutluluğun insanda gerçek, kalıcı ve sürekli bir ruhsal denge hali sağladığı yeterince açıktı. Bu yollardan geçerek gerçek anlamda kalıcı ve sürekli bir duygu durumu olan mutluluğa erişmeyi başaranları düşündü. Peygamberlerin, ermişlerin, sufilerin, felsefecilerin büyük çoğunluğunun ve klasik dönem bazı edebiyatçıların bunu başarmış oldukları bir gerçekti.
Ancak ne var ki arzu edilen bu ruhsal denge haline ulaşmanın çağımız insanı için hiç de kolay olmadığı ortadaydı. Çünkü sanayileşmenin ve teknolojik gelişmelerin sunduğu konfor kolayca vaz geçilecek türden değildi.
Şimdi o, tanımını bile bilmediği bir duygu haline ulaşma çabalarıyla geçirmiş olduğu yaşam sürecini kendisi için bir kayıp olarak görüyordu. Ama bir yandan da hiç olmazsa bundan sonraki yaşamında, mutsuz olduğunu düşünerek boş yere kederlenmemesi gerektiğini kavramanın da rahatlığını yaşıyordu. Artık kendisini, yaşamı renklendiren gelip geçici duyguların keyfini çıkarmaya hazır biri olarak görüyordu. Çok uzun bir aradan sonra keyifle traş olup saçlarını özenle taradı. En yeni giysilerini giyerken sevinç ve heyecan içindeydi.
Erişilmesi güç bir duygu olan MUTLULUK yerine; kolaylıkla ulaşabileceği HUZUR duygusunun tüm benliğini kuşattığının farkındalığını yaşıyordu ilk kez!