“RUH EŞİ” KAVRAMI
Her insan sevme ve sevilme ile beğenme ve beğenilme duygularına doğuştan sahiptir. Bu niteliği nedeniyle bu duygular düşünce ve davranışları yönlendirir. İnsanların sosyalleşme ihtiyacının da arka planında bu duyguların doyumuna yönelik çaba yer alır. Sosyal ilişkiler sürecinde organizmada ‘’bağlanma’’ ve ‘’özleme’’ hormonu olarak adlandırılan oksitosin hormonu salgılanır. Bu hormon insanların birbirlerine bağlanarak özlemelerini sağlar.
Ergenlik döneminde ise organizmada cinsiyet hormonları aktifleşir. Bunun sonucunda, neslin devamını sağlama görevini üstlenen üreme içgüdüsü ön plana çıkar. Böylece sevme ve sevilme ile beğenme ve beğenilme duygularının doyumuna yönelik arayışlar karşı cinse yönelir. Ancak, üreme içgüdüsünden kaynaklanan ‘’Erotik Sevgiler’’ doğası gereği daha çok dış görünümün çekiciliğine odaklıdır. Beğenme ve hoşlanma duygularının öncelikli olduğu Erotik sevgiler gerçek anlamda sevgi duygusuna fazlaca gereksinim duymaz. Bu tür ilişkilerde serotonin ve dopamin hormonlarının salgılanması bireyin geçici olarak kendisini ‘’mutlu’’ ve ‘’ödüllendirilmiş’’ hissetmesini sağlar. Ancak bu hormonların bir süre sonra geri emilimi Ego çatışmalarını ön plana çıkarır ve anlamsız tartışmalar yaşanır. Sonuçta yanlış seçim yapmış olmanın yarattığı hayal kırıklığı taraflarda derin bir ruhsal çöküntüye yol açarak ilişki sonlandırır.
Sevme ve sevilme ile beğenme ve beğenilme duygularına doyum arayışları bir yönüyle yaşamı renklendirir. Öte yandan bu tür arayışların yanlış kişilere yönelmesi veya yanlış anlaşılmalar travmatik etkiler yaratarak belleklerde oldukça derin izler de bırakır. Ancak, insanların yaşanan hayal kırıklıklarına karşın arayışlarını sürdürmekten kaçınmadıkları da bilinen bir gerçektir. Kadını ve erkeği karşı cinse yönlendiren ve hemen her defasında hayal kırıklığı yaşamasına yol açan gerçek ne olabilir?
Her sağlıklı insan, tam olarak bilincinde olamasa da kendisinde ‘’bir şeylerin’’ eksikliğinin farkındalığını yaşar. Bu eksiklik duygusunu, dış görünümün aldatıcı çekiciliğinden çok, ruhsal bir bütünleşmenin tamamlayacağını da hisseder. Bu nedenle kadın ve erkeğin arayışının arka planında yer alan asıl etken ‘’eksiğini tamamlayabilecek’’ bir karşı cins ihtiyacıdır. Ancak aranan her ‘’hangi biri’’ değil; Ruh Eşi’dir! Bu noktada, Ruh eşi kavramı sözel olarak ifade edilse de zihinlerdeki tanımı ve anlamı oldukça değişkenlik gösterir. Bu kavramın tanımı ve anlamı konusundaki zihinsel karışıklığı aşmak için insanın yaratılış öyküsüne kısaca bir göz atmak yeterli olabilir.
İnsanın dolayısıyla erkeğin ve kadının yaratılış öyküsü çok Tanrılı inanç sistemlerinde Mitolojilerin ve sonraki süreçte tek Tanrılı inançlarda Kutsal Kitapların ana temasını oluşturur. Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’daki A’raf Suresi 189. Ayet; ‘’O, odur ki sizi bir tek canlıdan yarattı. Eşini de ondan vücuda getirdi ki gönlü buna ısınsın.’’ Rum Suresi, 21. Ayet; ‘’O’nun mucizelerinden biri de sizin için, kendilerine ısınasınız ve aranızda sevgi ve şefkat oluşsun diye nefsinizden (Ruhunuzdan) eşler yaratmasıdır.’’
Musevi inancında Tevrat, Tekvin’de Bap 2; ‘’Ve Rab Allah yerin toprağından Adamı (Adem) yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu. Ve Rab Allah dedi; Adamın yalnız olması iyi değildir, kendisine uygun bir yardımcı yapacağım ve Rab Allah adamın üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu. Ve Rab Allah adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve onu adama getirdi. Ve adam dedi; Şimdi bu benim kemiklerimden kemik, etimden ettir. Buna Nisa (Kadın) denilecek. Çünkü o insandan alındı. BUNUN İÇİN İNSAN EŞİNE YAPIŞACAKTIR ve ‘’BİR BEDEN’’ OLACAKTIR.’’
Yine, Kabala anlayışına göre de iki cinsiyetli ve tek olarak yaratılan ilk varlık Âdem’di. Âdem, Havva ile sırt sırta olarak birbirlerine omuzlarından yapışıktılar. Tanrı bunları ikiye ayırdı, böylece Havva var oldu. Bir başka Kabalist öğretiye göre de Tanrı insanı ortasından ikiye ayırdı. İkiye ayrılan insanın sağ yanından Âdem sol yanından Havva var oldu.
Öte yandan, farklı ulusların çok Tanrılı inanç dönemlerine ait Mitolojileri ‘’ilk insanın’’ yaratılış öyküsünü oldukça benzer şekillerde açıklar. Tümü de ilk insanın, kadın ve erkeğin eril ve dişil nitelikleriyle tek bir bedende, bir bütün halinde yaratıldığı görüşünü paylaşırlar. Estonya Mitologyasında, ilk yaratılan insan hem erkek hem dişi olarak iki cinsiyetli ama ‘’tek bir’’ varlık olarak tasvir edilir. Buna ek olarak bazı Mitolojik Tanrıların da ilk yaratılan insan gibi tek bedende eril ve dişil özelliklere sahip olduğu anlatılır. Örnek olarak, Hindistan’da Şiva- Kali ikilisi eril ve dişil niteliklerde oldukları halde tek bir varlık gibi gösterilir.
Mitolojiler ve Kutsal Kitaplar, insanın ilk var oluşta kadınla erkeğin aynı ruhtan ve bir bedende yaratıldığını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklıyor. Böyle bir varoluşta insanın terk edilme veya anlaşabileceği bir eş bulamama gibi sorunu olamazdı. Doğası gereği hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bu insan formu gerçek anlamda mutluydu. Ancak Mitolojik öykülere göre bu insanın formu, kalıcı ve sürekli gibi gördüğü mutluluğun sunduğu sorunsuz yaşamla kibirlenir. Kibrin körüklediği bencillik ve kendini beğenmişlikle Mitolojik Tanrıların isteklerine karşı çıkmaya başlar. İnsanın isyankârlığına öfkelenen Mitolojik Tanrılar, kendini akıllı ve güçlü sanan bu aciz ve şımarık yaratığı terbiye etmeğe karar verir. Tanrılar önce, aynı ruhtan ve bir bedende bütünleşmiş olarak yarattığı ilk insanı farklı görünüm ve cinsiyette iki parçaya ayırır. Daha sonra başka insanlar yaratarak onların da aynı şekilde ikiye ayrılmalarını gerçekleştirir. Sonuçta yeni beden formu içinde ama diğer yarısını yitirmiş çok sayıda erkek ve kadın ortaya çıkar.
Tanrılar kadına, kendisine bakanlarda büyüleyici etkiler yaratan olağanüstü güzellik ve karşı konulamaz çekicilik verir. Erkekler ve kadınlar bunun bir cezadan çok büyük bir ödül olduğunu düşünürler. Tanrılar ise cezanın asıl bundan sonra başlayacağını belirterek her birini, diğer yarısını bulamayacağı yerlere yönlendirir. Asla kavuşamamaları için de aralarına aşamayacakları sayısız engeller koyar. Böylece insan yaşadığı sürece kayıp diğer yarısını yani Ruh Eşini özlemle arayacak ancak ona asla kavuşamayacak ve acı çekecektir. Ruh eşi olduğunu sandığı kimselerin ise aslında bir başkasının kayıp yarısı olduğunu anlayınca da hayal kırıklığı yaşayacaktı. Böylece diğer yarısına kavuşamayan insan bu dayanılmaz acıdan kurtulmak için kibirlenmekten vazgeçerek Mitolojik Tanrılara yakaracaktı. Ancak, tüm yakarmalarına rağmen bu acı verici sonuçsuz arayışlar nesiller boyunca sürdürülecekti. İnsan, Tanrıya isyanının, saygısızlığının ve bencilliğinin bedelini bu şekilde ödeyecekti.
Gerçek Ruh eşi olan diğer yarısından bir daha asla kavuşamamak üzere ayrılan insan artık mutsuzdur. Tanrılar, kibri nedeniyle insandan aldıkları mutluluk duygusu yerine umut duygusunu verirler. Umut, bir yandan insanın Ruh Eşini aramaya yönelik çabalarının itici gücünü oluştururken diğer yandan, ilahi bir ceza olarak asla kavuşamayacağı ruh eşi arayışını yaşam boyu sürdürmesini sağlar. Bu niteliği nedeniyle umut, her insanın yaşamında bir sınav halini alır. Böylece, umutla başlayan her ruh eşini bulma çabası hayal kırıklığı yaşatan acı verici deneyimlere dönüşerek sürüp gider. Hayal kırıklığıyla tükenen umudu canlandırma görevini ise sevme ve sevilme ile beğenme ve beğenilme duyguları üstlenir. İçgüdü ve dürtülerin baskın etkisi, insanın kolayca dış görünümün büyüsüne kapılmasına neden olur. İçsel değerleri göz ardı eden dış görünümün aldatıcı çekiciliği yeterli doyum sağlamaz ve ruhsal çöküntüye zemin hazırlar.
Yaşamsal önemdeki Ruh Eşi konusundaki bu gerçekler karamsarlık yaratabilir. Oysa karamsarlık yaratan asıl etken asla gerçekleşmeyecek BEKLENTİLERDEN kaynaklanır.
Amerikalı Psikolog Robert Frager; ‘’İçinde bulunduğumuz ‘’HAL’de’’ yaşıyor olabilseydik zihin sağlığımız kusursuz olurdu. Bunu gerçekleştirmenin yolu aşırı yüksek BEKLENTİLERDEN kurtulmak ve karşılanması güç ARZULARDAN vaz geçebilmektir.’’ İnsanın kendisinden yüksek beklentileri olması stres ve kaygı yaratır. Sosyal ilişkilerde yüksek beklentiler süreç içerisinde sevgi, saygı, ilgi ve güven duygularını zedeler. Hayattan yüksek beklentiler ise yaşamı güçleştirerek psikolojik çöküntüye neden olur.
Ulaşılamayacak amaçları, idealleri ve hedefleri gerçekleştirme çabasıyla girişilen her arayış başlarda heyecan verici olabilir. Ancak sonrasında yaşanan hayal kırıklıkları umutsuzluk duygusunu derinleştirir. İnsan giderek umut ve umutsuzluğun birbirini izleyen kısır döngüsünde zamanını, üretken enerjisini ve giderek kendisini tüketir.