Eşi telefonla arayarak sevineceğini umduğu bir haberi olduğunu söylüyordu. Çalıştığı şirket iki hafta sürecek bir tatil programı düzenlemişti. Bir hafta sonra yola çıkılacaktı. İsteyenler, ücretini ödemek koşuluyla tatil programına ailece katılabilecekti. Beklemediği bu haber onu heyecanlandırmaya yetmişti. Çünkü uzun zamandır, stresten uzak bir tatil ortamının uyku bozukluğuna yararlı olabileceği konusunda yüksek beklentiler içindeydi. Küçük seyahat valizini, denizin ve güneşin sağlayacağı derin bir uyku hayalleriyle hemen o akşam hazırlamıştı bile.
İki haftalık tatillerinin ilk haftası geride kalmıştı. Ne yazık ki uyku düzeninde olumlu yönde değişen hiç bir şey yoktu. Yine sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendinden geçer gibi uyuyordu. Kısa aralıklarla bölünen bu dört veya beş saatlik düzensiz uyku sürecinden ancak öğle vakti uyanabiliyordu. O gün, otelin balkonundan insanların denizde eğlenmelerini izliyordu yorgun bakışlarla. Zaten zihinsel işlevlerinin en düşük olduğu günün o saatlerinde yapabileceği başka bir şey de yoktu. Açıkçası, içinden bir şeyler yapmak gelse bile bunu ertelemeyi daha uygun buluyordu. Çünkü kendisine sıkıntı yaşatan onarılması güç hatalarının hep bu süreçte gerçekleştiği konusunda yeteri kadar deneyimliydi.
Kahvaltı vakti çoktan geçmişti. Çünkü o uyurken, insanlar kahvaltılarını çoktan yapmış oluyorlardı. Şimdi ise acıkan tatilciler öğle yemeği için gruplar halinde açık büfeye doğru telaşlı adımlarla yürüyorlardı. Hiç iştahı yoktu. Eşinin ısrarıyla öğle yemeğine ‘’götürülürken’’ tüm gücüyle zihnini toparlamaya çalışıyordu. Bu nedenle de grubun en arkasında tek başına yürüyordu. Nasıl olduğunu anlayamadan, bir anda gruptan ayrılarak alıp başını gitmişti. Eşinin ‘’Gel! Gel!’’ komutuyla yeniden gruba katılabilmişti. Yıllardır, defalarca duyduğu bu komutlar onda refleks tepkisi oluşturmuştu ve işe de yarıyordu. Masadakiler keyifli söyleşiler ve neşeli kahkahalarla öğle yemeklerini yerken o, yorgun gözlerle etrafa bakınıyordu.
Yemek sonrası yine grubun en arkasında yürüyor ve uyanmaya çalışıyordu. Bir kez daha kendisini çağıran ‘’Gel! Gel!’’ komutunu duymuş ve sese doğru yönelmişti. Uzunca bir süre yürüdükten sonra karşısına dikilen bir kadın öfkeli bir sesle kendisini neden izlediğini soruyordu. Eşi sanarak peşine takıldığı kadındı bu! Dehşete düşmüştü. Yaşadığı şok, zihnini bir anda toparlayabilmesini sağlamıştı ama bu kez de ne diyeceğini bilemez haldeydi. Neyse ki yokluğunu fark ederek kendisini arayan eşi tam zamanında yanlarına gelmişti. O sadece şaşkınlığının ve çaresizliğinin sessizliği içinde öylece bakınıp duruyordu. Öfkeli kadın, işaret parmağıyla onu gösteriyor ve köpeğini çağırdığını ama onun peşine takıldığını söylüyordu. Eşi de aynı şekilde parmağıyla işaret ederek onun kocası olduğunu ve sandığı gibi biri olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Ayrıca, kocasının günün bu saatlerinde pek de ‘’aklı başında’’ davranamadığını açıklayarak özür diliyordu. Bu açıklama, eşi sanarak peşine takıldığı ‘’aşırı duyarlı’’ kadının hoşuna gitmiş olmalıydı. Gülerek köpeğine; ‘’Gel! Gel!’’ diye seslenerek oradan ayrılmıştı. Eşzamanlı olarak eşinin de kızgın bir ses tonuyla ve aynı sözcüklerle ona seslenmesi toplanan meraklı kalabalığın gülüşmesine yol açmıştı.
O, yaşadığı derin üzüntü ve mahcubiyet duygularıyla nasıl başa çıkacağını bilemez bir haldeydi. Oldukça kızgın olan eşi ise, ne zaman birlikte bir yerlere gidilecek olsa kendisine hep aynı şeyleri yaşattığından yakınıyordu. Devamında, gözlerini üzerinden ayıramadığını ve bunun kendisini ne kadar yorduğunun farkında olup olmadığını soruyordu. İncinmişti ama yakınmaların tümüne de içtenlikle hak veriyordu. Bu anda yapabileceği en uygun şey sessiz kalmaktı ve öyle de yaptı. Eşi kumsalda güneşlenen iş arkadaşlarının yanına giderken o, oteldeki odasına dönmesinin daha uygun olacağını düşündü.
Biraz dinlenmek ama daha çok da zihnini toparlamak amacıyla sırt üstü yatağına uzandı. Plajdaki çocukların neşeli çığlıkları, kadınların yaşam dolu kahkahaları açık pencereden içeri girerek odanın duvarlarında yankılanıyordu. Güneşin parlak ışıklarının denizden yansıyarak odanın beyaz kireç badanalı tavanında oluşturduğu göz kamaştırıcı dalgalanmaları izlemeye koyuldu. Uzunca bir süre bu görüntüleri izleyerek oyalandı. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamadığı bu süreçte gözleri yorulmuş ve sulanmıştı. Sırt üstü uzandığı yataktan yavaşça kalkıp balkona çıkarken acıyla gülümsediğini fark etti. Balkondaki iskemlelerden birine otururken bu anlamsız gülümsemenin nedenini anlamaya çalışıyordu. Aslında bu, insanların eğlendiği bir ortamda kendisinin bir otel odasına kapanıp tavandaki yansımaları izlemesindeki tuhaflıktı.
Tüm yaşamı boyunca, elbette her insan gibi hataları, yanlışları olmuştu. Ama hiç kimseye bilerek, isteyerek zarar vermediği de bir başka gerçekti. Hatta kendisine kötü davrananlara bile karşılık vermemişti. Cehaletin kalın örtüsü arkasına ustalıkla saklanan art niyetli ve ön yargılı yaklaşımlar nedeniyle hiç de hak etmediği haksızlıklar yaşamıştı. Kendisini her savunma girişimi, başka bir suçlamayla etkisiz kılınmıştı. Yaşadıklarını düşünürken Franz Kafka’nın; ‘’Tüm yaşamım kendimi savunmakla geçti.’’ sözlerindeki anlam derinliğini kavramaya çalıştı. Aslında büyük Filozof bu sözleriyle evrensel bir ‘’var oluş sorununu’’ tüm çarpıcılığı ile ortaya koyuyordu. Ama o ‘’var’’ olup olmadığından, yaşayıp yaşamadığından bile emin olamıyordu. Bu nedenle aile ortamında karşılaştığı adaletsizliklere hep sessiz kalmıştı. Arkadaş ortamında da durumu bundan farklı değildi. Uğradığı haksızlıklar karşısında öfkeleniyor ama öfkesini hep bastırıyordu. İş çevresinde küçük düşürülmelerinin sayısını bile anımsamıyordu. Her şeye karşın onun tüm davranışlarını ve tutumlarını belirleyen temel anlayışı; kabalık yapmamak ve kimseye zarar vermemekti.
‘’Olgun davranmak’’ veya ‘’anlayışlı olmak’’ gibi tutumlar toplumsal ilişkilerde önemliydi. Ancak, bununun katı bir kural haline getirilip ‘’hayır!’’ diyemeyecek noktaya ulaştırılması sorun yaratıyordu. Ulaştığı bu farkındalık aşamasında, yaşamını kurallar çerçevesinde sürdürmenin sağlıklı olup olmadığını sorgulamaya başladı. Çünkü Sigmund Freud; ‘’Uygar olmanın bedelini ne yazık ki Nevrozla ödüyoruz!’’ tespitini yapıyordu.
Evet, tüm yaşamı boyunca, elinden geldiği kadar uygar olmaya çalışmıştı. Ama bu yöndeki çabanın kendisine ne tür zararlar verdiğini anlamaktan da son derece uzaktı. Bir an, uykularını kaçıran temel etkenin ‘’nevrotik kaygılar’’ olabileceği yönünde umut veren bir farkındalık yaşadı. Yine de bunu ancak bir psikolog anlayıp, açıklayabilirdi. Tatil dönüşü, hiç zaman yitirmeden bir Psikologla görüşmesinin doğru olacağına karar verdi.
Aldığı bu karar kendisini daha iyi hissetmesini sağlamıştı.
Şimdi, tatilde olduğu sürede belki de ilk kez denizin açıklardaki mavi renginin kıyıya yaklaştıkça cam göbeği yeşile dönen hafif dalgalarını keyifle izliyordu.